3 Ekim 2008

Ok Yay : Evrenin Kudreti ve Şiddeti !

İçselleştirilmiş büyük hedefe yönelir ok. Güç yaydaysa şiddet oktadır. Yayı doğru geren, oku doğru yönlendiren menzile ulaşır, hedefi kalbinden vurur.


Fotograflar: Graham Yuile


'Sonuna kadar gerilmiş bir yay, tüm evreni içine alır.'İçten içe gerilen bir şey olduğunu hissettiniz mi dünyanın, magmanın en derininden gök kubbeye değin. Doğanın kudretini gerilen bir yaya sığdırdığını ve zaman zaman tüm şiddetini oklarıyla görünür kıldığını?


Milattan sonra dokuzuncu yüzyılda yaşayan İmam Taberi'ye atfedilen bir rivayete göre, ekinlerini yiyen kuşlarla başa çıkması için Adem'e, Allah tarafından Cebrail eliyle ok ve yay gönderilmiş. Cebrail yayı gösterip 'Bu Allah'ın kuvvetidir', oku işaret edip 'Bu da Allah'ın şiddetidir' diye anlattığı aletleri nasıl kullanacağını Adem'e öğretmiş. Bu inanca göre ok ve yay cennetten çıkmadır. Denilebilir ki; hedeften gelmişlerdir, yine hedefe varmak için kullanılırlar. Ok ve yay ile ilgili söylenmiş yaklaşık kırk kadar hadis içinde bunu doğrulayanlar bulunur. 'Bir ok sayesinde üç kişi cennete girer; oku yapan, sunan ve atan.' Bir diğeri, 'Ok atılan yer ile okun düştüğü yer arasındaki uzaklık kadar size cennetten bahçeler vaat edilmiştir.' der. Tanrının kudretini ve şiddetini ok ile yayda hissetmek, cennette vaat edilen bahçelere ulaşmak için bunlarla bütünleşmek fikri, doğu öğretilerinde de yer eder. Bir Japon ok ustası öğrencisine: 'Sonuna kadar gerilmiş bir yay, tüm evreni içine alır, işte bunun için yayı doğru biçimde germeyi öğrenmek çok önemlidir.' derken evrenle bütünleşmenin bir yolunu da söyler. Zen okçuları yayı doğru gerebilmek için vücudun gergin olmamasını; aksine bir bebeğin parmağı tutması gibi kuvvetli ama yumuşak, ve amaçsız olmayı öğütler. Çünkü 'Doğru yolda amaç güdülmez. Hedefi vuracağım diye ne kadar çabalarsanız o kadar başarısız olursunuz, amaçtan o kadar uzaklaşırsınız. Bir şeyi başarma tutkunuz yolunuza çıkmış engeldir.' Nedir, Zen hedef gütmeyi zihnimizden silerken, Taoist felsefe hedefe ulaşmak için gerekli tüm araçları aradan kaldırır; oku ve yayı bile. Onlara göre hareketin en yüksek kertesi hareketsizliktir. Belagatin en yüksek kertesi, konuşmamaktır. Ok atmanın en yüksek kertesi ise hiç ok atmamaktır.

Çinli hikâyeci Nakaşima Ton, Taoist felsefeden ilham alan 'Büyük Usta' adlı öyküsünde, aklın en yüksek derecesine yani 'Teh' e erişen büyük ustanın, öğrencisi Çi Ç'ang'a verdiği dersi anlatır. Yeryüzündeki okçuların en ustası olmayı hedefleyen yetenekli ama genç Çi Ç'ang, yaşayan en büyük ustayı aramaya koyulur. Sonunda bulduğu usta öyle ihtiyardır ki, gözleri nerdeyse hiç görmez, kamburluktan saçı sakalı yere değer. 'Okçulukta sandığım kadar usta olup olmadığımı sınamak için buraya geldim.' diyen Çi Ç'ang, yayına yerleştirdiği tek okla, oradan geçen bir kuş sürüsünden beş tanesini yere düşürür. Üstat hoş gören bir tavırla gülümseyerek, 'Sadece ok ve yayla nişan almak derler buna canım, hedefe oksuz, yaysız isabet ettirmesini öğrenemedin demek, gel bakayım.' der ve az ötedeki, eski hikâyelerde anlatılan üç bin endaze derinlikteki uçuruma seğirtir. Bu uçurumun en ucundaki, yerinden oynayan bir kaya parçasının üzerine çıkan usta Kan Ying, çok yükseklerde uçan bir akbabayı gözleriyle takip etmeye başlar. Elleri boştur. Görünmeyen bir yayın üzerine görünmeyen bir ok yerleştirir. Üstat yayı yeterince gerip oku bıraktığında, Çi Ç'ang havada belki de zihninde bir ıslık sesi duyar gibi olur. O anda akbaba da kanat çırpamaz olur. Genç okçu o anda en büyük menzile nasıl ulaşacağını öğrenir.

Okçuluk İslam'dan Zen'e içselleştirilmiş büyük bir hedefi amaçlar. Allah'ın kudretinin yayda olduğunu söyleyen İslam, bu kudreti kabul edip içindeki kuvveti kullanarak amaca ulaşılacağını söyler. Amaç kimi kuşları, kimi düşmanı bertaraf etmek; kimiyse yayın kuvvetinin oku gönderdiği yere kadar cennetten bahçeler almaktır. Evrenin bir yaya sığdırılabileceğini söyleyen Zen de; yayı iyi gerebilmekle, Tanrının evrende görülen türlü yüzünü tanıyabilmeyi işaret eder. Hedefin düzlemsel olması, yani okun karşıdaki bir noktaya gitmesi soyutun somutlaşmasında en büyük değişimdir. Aslında hedef döngüseldir. Yani yayın içinde olan; yani evrenle bütünleşmek, yani tanrının kudretine erişmek, oku içselleşen büyük hedefe yöneltir. Bizse sadece yuvarlak bir nokta, bir elma veya bir testi görebiliriz. Taoist felsefe bir adım ileriye gidip ok ve yayı da kaldırır. Artık her şey bizim içimizde gelişir, aklımızda; ok, yay ve hedef.

At, Ok, Türk
Oğuz sözcüğünün 'ok' tan geldiğini, ok ve oğulun aynı anlamı taşıdığını söyler Macar bilim adamı Laszlo Torday. Türklerde ok ve yay pagan dönemden bu yana bir hakimiyet sembolüydü. Hakan tahtta otururken ok ve yay tutar, savaşlara komutanları çağırmak için ok ve yay gönderirdi. Garipname adlı eserinde Aşık Paşa, Türk alpinin özelliklerini açıklarken, altıncı şartın; ok ve yaya sahip olmak ve bunları iyi kullanmak olduğunu söyler. Dede Korkut hikâyelerinde ise; Türk gençlerinin boş vakitlerinde ok atarak eğlendiğini, yiğitliklerini ok yarıştırarak gösterdiklerini, hatta evlenen bir gencin, attığı okun düştüğü yere gerdek çadırını kurduğu yazar.


Osmanlı'da ise ateşli silahların icadından sonra okçuluk, hem dini hem de geleneksel özelliklerini koruyarak bir spor halini aldı. Savaşın en önemli uzak mesafe silahı, bir zaman sonra barış zamanlarını temsil eden, kendi ahlakı, adabı hatta kanunları olan bir spor dalıydı. Fatih Sultan Mehmet fetihten sonra bugünkü Okmeydanı çevresini, okçuluk müsabakaları için düzenletti ve okçuluk tekkesini kurdu. Osmanlı'nın birçok şehrinde bulunan ok meydanları, aslında sporcuların toplandıkları, yemek yedikleri, sohbet ettikleri; günümüzdeki spor kulüplerinin ilk örnekleriydi. Yine Fatih'in kurallara bağladığı okçuluk; zamanla liyakat, eşitlik, sabır ve erdeme ulaşmak için bir yol oldu. Yiğitlerin tüm hüneri ve ahlakı burada görülüyordu. Her şey meydandaydı. Cennetten bir köşe gibi kabul edilen meydanların sınırlarına kimse tecavüz edemiyor, meydana aptessiz girilmiyor, hatta yağmur duaları bile burada yapılıyordu. Uzun zaman meydan şeyhlerinin sözlü devam ettirdiği kurallar ve fetvalarla yönetilen spor, 1682 yılında kırk kişilik bir kurulun hazırladığı atıcılar kanunu 'kanunname-i rimat' ile yazılı hale geldi. Bu, dünya spor tarihinin ilk yazılı kanunlarındandı.

Ok meydanlarında ok atabilmek için kabza almak, yani lisans sahibi olmak gerekliydi. Ne ki bunun için çok çile (yayın iki ucuna takılan ve oku atmaya yarayan kaytan) çekmek gerekiyordu. Okçuluk yapmak isteyen önce tekke şeyhinden izin alıp, namaz kılar ve çalışmaya başlardı. Şakirt denilen acemi okçular, kepaze denilen yayın çilesini günde 50'den 500 kereye kadar çekip bırakırlardı. Bunun yanına her sabah on kezden başlayıp, her defasında artırarak avuçlarını bir mermere vururlardı. Sonraki aylarda ucu lastik toplarla kapatılmış oklarla talim atışları yapılırdı. En az beş ay sabırla, bıkmadan, usanmadan çalışan şakirdin vücudu kepazeye uyum sağlayıp, oku titretmeden atmayı öğrendiğinde, kabza almak için tekke şeyhinin huzuruna çıkar, şahitlerin önünde, yayı ve şeyhin elini öperdi. Kabzayı şakirdin eline bırakan şeyh, kulağına kemankeşlik sırrını da fısıldardı. Bundan sonra da çok çile çekilir, her gün idman yapılırdı. Çünkü büyük ustalar der ki: 'İdmanı bir gün bırakanı, kemankeşlik on gün bırakır.'

Bir kemankeşin olgunluk derecesini gösteren anıt, kendi adına diktireceği menzil taşıydı. Bunun için başka okçuları geçmesi gerekirdi. Atıcı menzil bozmak, yani baştaşı geçmek isterse, meydan ihtiyarlarının iznini isterdi. Ne ki atılan ok, baştaşın 30 gez sağına ya da soluna düşmemişse rekor kabul olmazdı. Yine güneşli bir nisan günü vezir, molla, ağa, bey takım takım herkes atış için meydana toplanmıştı. Nedir, atışları Yavuz Sultan Selim Han'da izliyordu. Herkes menziline oku fırlatıp, hedeflerini vurduktan sonra, sıra İhtiyar Bektaş Subaşı adlı kemankeşe gelmişti. Yanında iki ayak şahidi ve daha önce oraya menzil taşı diktiren bir kemankeş vardı. Okun düşeceği yerde üç havacı duruyordu. Bektaş Subaşı önce 'şevkınıza' diyerek izleyenleri selamladı. 'Kuvvet ola' diye karşılık aldı. Dizlerinin üstüne çöktü. 'Ya hak' diye yayına sarıldığında, sultanın önünde titreyen ellerine kuvvet geldi. Yaydan şimşek gibi fırlayan ok, bin gez ötedeki hedefin kalbine saplandı. Bu kutlu günü Yahya Kemal 'Ok' şiirinde anlatmıştı. İhiyar Bektaş Subaşı'nın oku, bugün hala Okmeydanı'nda apartmanlar arasında yükseliyor.

Peşrev okuyla 900 gezden (1 gez: 80 cm.) uzak menzil atıp 'büyük kabza' alan kemankeşlerin adları, 1682'den 1891'in 27 Ağustosu'na kadar bir sicil defterine yazıldı. Son gün kabza alan altı kemankeşle sayı 3375'i bulmuştu. Menzil atışları dışında nişanı vurma (puta atış) ve darp vurma (sert cisimleri delmek) da yapılırdı. Günümüz teknolojisinin yaptığı oklar ancak 250-300 metre uzaklığa düşebilirken, Osmanlı'da kabza alabilmek için en az 900 gez (700 m.) menzile atmak gerekiyordu. Bunun sırrı en az on yıl bekletilip işlenen Akçaağaç ve Kızılcıktan imal edilen yaylar, Kaz Dağları'nda yetişen çamlardan yapılan oklar ve bunları yoğuran ustaların bilgilerinde gizliydi. Kırılamayan rekorların başında ise 1281,5 gez (yaklaşık 1024 m.) mesafeli Bursalı Şüca Tozkoparan İskender'in gündoğusu menzili geliyordu.



Olimpiyat'a Okun Saplanması
Herhangi bir araç kullanılarak yapılan hiçbir spor dalının tarihini ok kadar eskiye indiremezsiniz. Hayvan avlamak için ok ve yayı kullanan atalarımızın, sadece birbirleriyle yarışmak için bir hedefe atış yapması uzak bir ihtimal olmasa gerek. Ne ki, okun bir silahtan spor aracına dönüşmesinin altında sadece yarışma ruhu yatmaz. İnsan okun yerine daha etkili ve kolay kullanılır silahlar icat ettiğinde, okun sadece öldüren yanına değil, hedefe giden, ona ulaşan yanına da odaklandı. İçselleştirilen bir şey dışımızda somutlaşmıştı. Karşımızda duran tek bir hedefin içinde, ulaşabileceğimiz başka noktalar ayrı renklere bölünmüştü. Hedefe ulaşmak için iki aracımız vardı. Birisi gücümüzü gösteren yay, diğeri gücümüzü ve onun şiddetini taşıyan ok. Ne kadar güçlü olsak ta, onu yanlış yönlendirirsek hedefimizden uzaklaşırdık. Hedefe ne kadar doğru yönlensek de, ona ulaşmak için yeterli güce sahip olmamız gerekirdi. Bunlar gözümüzün önünde bir anda oluyordu. Yayı gererken gücümüzü sınıyor, ok rüzgârı delip giderken sesini duyuyor, zamanı görüyor, sonucu yaşıyorduk. İnsan sadece bunun için ok atabilirdi.


Batıda okçuluğun izlerine savaşlarda ve mitolojide rastlanır. Bir spor olarak kayıtlara giren ilk müsabaka üç bin okçu arasında 1583 yılında Finsbury'de yapılır. Birçok ulusun okçuluk tarihinde, kendi içlerindeki çeşitli müsabakalarla ilgili notlar düşülürken, farklı memleketlerin birbirleriyle yarışması, İngiliz ve Fransız okçuların 1900 Paris Olimpiyatları'nda ok atmasıyla başlar. Stockholm'de 1912'de ve Antwerp'te 1920'de ok atılmış ve okçular 1972 Münih Olimpiyatları'na kadar pek ortada gözükmemiştir.

Sporun ruhundaki, eşit şartlarda yarışma ilkesi kimi zaman uygulanamaz. Bunun nedeni bazen fiziksel engeller olabilir. Ne var ki; okçuluk gerek engellilerin gerekse fiziksel engeli bulunmayanların aynı şartlarda yarışabileceği bir spordur. Çünkü okçulukta bedenin alt kısmı sabit tutulmalıdır. Kollarını kullanabilen herkes aynı şartlarda atış yapabilir. Londra'da düzenlenen 1948 Olimpiyat ateşi yakıldığı sırada, engelli sporcular Stoke Mandeville'de ilk kez yarıştılar. Ancak Paralimpik Olimpiyat Oyunları'nın ilk kez düzenlenmesi 12 yıl sonra, 1960'ta Roma'da gerçekleşti. Bu tarihten sonra 11 defa yaz olimpiyatları düzenlenirken yedi defa da kış oyunları yapıldı. Okçuluk ilk olimpiyatlardan bu yana, oyunların en önemli branşı olageldi. Bu spor düzenli yapıldığında engelli kişiler için bir rehabilitasyon, yeniden canlanma aracı olarak görülüyor. Fiziksel engeli olan sporcu, var olan gücünü doğru yönlendirip hedefi vurabiliyor. Havada uçan ok, hedefe varırken sadece mesafe engelini değil; tekerlekli sandalye engelini de delip gidiyor. Hedefe ulaşması, her şeyi yapabilme inancının gösterisi oluyor.

Hemen her spor dalında başarı, uzun zaman yapılan antrenmanların sonucudur. O branşın koyduğu hedeflere, çalışmalar sırasında çok kez ulaşılır. Hedefe ulaşabilme, tekrarlana tekrarlana otomatikleşir. Doğrucası, hedefe ulaşmak zamanla içselleştirilir. Her tekrar inancı da pekiştirir. Yarışmalarsa bir manifestodur aslında. Hünerimizi açıkladığımız alanlar. İçindeki hedefe ulaşan, yarışlarda aldığı sonuçla bunu gösteriyorsa yani içindekini gerektiği gibi haykırıyorsa, yaptığı sporun hakkını vermiş, hakkını almış demektir. Hülasası, bütün mesele bir okun yaydan fırlayıp içimizdeki gerçek hedefe dönmesi, ona saplanmasıdır.

- Oktay Uludağ / Aralık 2006
- Orjinal Kaynak : http://www.kesfetmekicinbak.com/yazarlar/oktayuludag/03025/

Hiç yorum yok:

“Archery is a good mental sport. It teaches you a lot discipline”

Okçuluk faydalı bir zihinsel spordur. Bize bir çok displin kazandırır.