30 Haziran 2007

Gençler ve Yıldızlar Avrupa Şampiyonası -Portekiz,2007-

GENÇ OKÇULARIMIZIN BÜYÜK BAŞARISI :



Göhhan Ateş : Makaralı Yay Avrupa Gençler Şampiyonu.

Enes Uğurlu : Klasik Yay Avrupa Gençler 2.'si .

- XI. Avrupa Açıkhava Gençler ve Yıldızlar Okçuluk Şampiyonası, 26-30 Haziran 2007 tarihlerinde Portekiz'de yapıldı.


- Şampiyonada makaralı yay dalında Gökhan ATEŞ Gençler Avrupa Şampiyonu olurken, klasik yay dalında da Enes UĞURLU Gençler Avrupa 2.’si oldu.
-Klasik yay dalında Özlem Kılıçaslan genç bayanlar Avrupa 5.'si , makaralı yay dalında Şükran Öç genç bayanlar Avrupa 6.'sı olma başarısını gösterdiler...
- Ben buradan okçuluk federasyonu başkanı Sayın Abdullah Topaloğlu’nu kutluyorum, makaralı yay kategorisine de önem verip genç antrenörlere milli takımda görev verdiği için.Bu genç antrenörlerin başında makaralı yay erkekler milli takım antrenörü Ayhan Uzuntaş geliyor.Uzuntaş bir yıldır kamplarda genç okçularla çalışıyordu ve Gökhan Ateş bu çalışmaların sonunda Avrupa Şampiyonu oldu.

- Kayseri bölgesi antrenörü ve aynı zamanda klasik yay gençler milli takım antrenörü İzzet Tekeli'yide çalışmalarından dolayı tebrik ederim. Sayın Tekeli , Kayseri'de bir çok okçuluk kulübünün kurulmasında , Gökhan Ateş gibi bir çok iyi sporcunun yetişmesinde ve istihdamı konusunda çok çalışmaktadır.
- Enes Uğurlu son iki yıldır istikrarlı bir çıkış sürdürdü ve kılpayı Avrupa şampiyonluğunu kaçırarak 2.'nci oldu. Edirne Okçuluk İl Temsilcisi Sayın İhsan Gemalmaz’ı kutluyorum gerçekten özverili çalışıyor ve Enes Uğurlu gibi bir çok iyi sporcular yetiştiriyor.
-Makaralı yay genç bayanlar milli takım antrenörü Gülüşen Güler Balcı'yıda tebrik ediyorum, milli takım antrenörü olarak ilk yurtdışı yarışması olmasına rağmen, sporcuları iyi motive edip makaralı yay kategorisindeki sporcularımızın yarışmada başarılı olmasında önemli etken olmuştur.Daha önceki yarışmalarda elde ettiğimiz başarılarımız bayanlarda ve takımlarda olurken,bu yarışmada erkeklerde ferdi dereceler geldi. Avrupayı fetheden bu iki genç kardeşimizi canı gönülden tebrik ediyorum. Türkiye'de okçuluk sporunun gelişmekte olduğunu ve Türkiye'de istikrarlı genç sporcuların olduğunu herkese göstermiş oldular.

Yarışmaya Katılan Türk Okçuluk Kafilesi:

İdareci : Hakan Çakıroğlu.

Antrenörler : Erol Öktem,Gülüşen Güler Balcı ve İzzet Tekeli .

Sporcular :

Makaralı Yay Sporcuları : Gökhan Ateş,Demir Elmaağaçlı,Melih Tunç,Şükran Öç,Canan Arıkan,Yıldız Yeter.

Klasik Yay Sporcuları : Servet Çınar ,Yusuf Çorba,Fatih Bozlar,Begünhan Uysal,Enes Uğurlu,Berkin Özkaya,Burak Beydi,Büşra Saygın,Özlem Kılıçaslan,Ümmühan Dursun .

27 Haziran 2007

Kısaca Okçuluğun Tanımı


Kısaca Okçuluğun Tanımı

İnsanlığın varoluşuyla eş zamanlı olarak ok ve yay insanla birlikte gelişmiştir. Ok ve yay ; insanın silahı,arkadaşı,sırdaşı ve güvencesi olmuş, her uygarlık ok ve yayı biraz daha geliştirmiş, günümüze kadar getirmişlerdir.Ama temelde çalışma prensibi değişmemiştir ; uygun kalınlıkta ve uzunlukta düz bir ağaç dalını hafif eğip, iki ucundan bir sicimle gergin olarak bağlanıp, daha ince ucu sivriltilmiş uygun uzunluktaki düz bir dalıda sicimin üstüne yerleştirip, sicimi çekerek dalı gerip dalın esneme gücü sayesinde sivri uçlu dal parçasını uzağa fırlatmak, ok atmaktır.* Okçuluk; insan, yay ve oktan oluşur,amaç uzaktaki hedefi vurmaktır.Okçuluk günümüzde son derece modern malzemelerle ve kurallar çerçevesinde yapılan olimpik bir spor dalıdır.Ok atmanın en çekici ve güzel tarafı uzaktaki bir cismi vurmanın hazzıdır.Ok atan kişi bedenini ve ruhunu eğitip; kendisini maksimum düzeyde kullanmasını öğrenir. Okçuluk sporu yapılırken ilk önce emniyet tedbirleri mutlaka alınmalı,kimseye zarar vermiyecek bir mekanda okçuluk çalışmaları yapılmalıdır. Okçuluk sporu günümüzde gelişmiş malzemelerle yapılmaktadır ve tekniğe dayalı bir spordur, bu nedenle ilk etepta tek başımıza ok atamayız mutlaka bir antrenöre ihtiyacımız olacaktır.

Dünya'ya okçuluğu öğreten Osmanlı'lar olmuştur.Avrupalı okçuların rekor ok atışları 300 m. iken, Osmanlılarda 600 m.ye ok atamayan okçu bile olamıyordu.Yıllarca Ok Meydanlarında talim yapılıp rekor ok atışları yapılmıştır.Osmanlılar zamanında kuralları konulup, bu günkü kulüp anlayışında dernekler kurulmuş, usta çırak ilişkisi esasına dayalı, hem sporcu hemde asker statüsünde okçu yetiştirilmiştir.Osmanlı yay ve okçuluk dükkanları yıllarca okçuluk malzemesi üretmişlerdir.Osmanlı'ların yaptıkları yay ve oklar günümüze kaynak olmuş;günümüzde kullandığımız yay ve oklar Osmanlı'lardan taklit edilerek yapılmıştır.

Günümüzde okçuluk sporu,açık hava okçuluğu ve salon okçuluğu olarak yaz kış yapılabiliyor.Açık hava okçuluk mesafeleri 90 m. ile 30 m. arasında değişmektedir.Salonda 18 m.den ok atışı yapılır.Tabii ki kurallara bağlı kalınarak yapılan okçuluk sporu olimpiyatlarda da yer almaktadır.Olimpik dalda Dünya'da en başarılı ülke Kore'dir.

Okçulukta yaş sınırı yoktur,60 yaşında Dünya şampiyonu olmuş sporcular vardır,bu nedenle her yaş kesimi tarafından tercih edilir.

Okçuluk Türk'lerin Ata sporudur; sahip çıkalım,kendimiz ok atalım, çocuklarımıza ok atmasını öğretelim.Tabii ki ilk önce emniyet tedbirlerimizi alarak... Saygılar. **

( * = Bu tanım Rıdvan UZUNTAŞ tarafından yapılmıştır. ** = Bu yazıyı Rıdvan UZUNTAŞ yazmıştır. )


- Dedik ya, okçuluk sporu her yaşta ve herkes tarafından yapılabilir diye...


-İnsanlık tarihi boyunca savaş ve atlı silahı olarak okun kullanılması nedeniyle okçuluğun kökeni de çok eski çağlara kadar inmektedir. Arkeolojik çalışmalarda, Mısır’ da M.Ö. 5000 yılında okun avlanma ile ortaya çıktığı görülse de tarihçilere göre ise okun ortaya çıkışı 25 bin yıl öncesidir. M.Ö 1500’ lü yıllarda Asurluların yayı daha da geliştirmesi ile atıcıya kolaylık sağlayan bir model ortaya çıkmıştır.

16. ve 17. yy.’ lar da İlk okçuluk dernekleri İngiltere' de kuruldu. 19. yy. da ABD, Kanada ve Avustralya’ ya yayılan okçuluk, 20.yy' ın başlarında da gerçek anlamda bir spor olarak kabul edilmeye başlanmıştır. İlk kez 1900 Paris Olimpiyatları' nda erkekler kategorilerinde programa dahil edilerek, 1920 yılına kadar olimpiyatlarda yer almıştır.

1931' de Belçika, Fransa, Polonya ve İsveç' in öncülüğünde, Uluslararası Okçuluk Federasyonu FITA (Federation Internationale de Tir L'Arc) kuruldu. Bundan sonra önemli gelişmeler sağlanarak, 1933' te ilk kez Dünya Okçuluk Yarışması ilk kez düzenlendi. 1940' lı yıllarda FITA tarafından düzenlenen okçuluk karşılaşmaları, 1957' den sonra iki turda yapılmaya başlandı. Daha sonraları okçuluğa olan ilgiyi artırmak amacıyla 1985' te Büyük FITA Turnuvası adı altında yeni bir turnuva geliştirildi.

Türklerde okçuluğun MÖ 5000 yıllarında başladığı ve okçuluk ile ilgili ilk kuralların Oğuzlar ile gerçekleştiği görülür. İncelenen Türk oklarının ortaları kalın, baş ve sonlara doğru incelen, çok düz, esnek ve kozalaklı ağaçlardan yapıldığı saptanmıştır.

Cumhuriyet Döneminde ilk ciddi adım, Beyoğlu Vakıflar Müdür ve Milli Sporlar Federasyonu Başkanı Baki Kunter’ in girişimleri sonucu kurulan “Okspor Kurumu” adındaki kulüp olmuştur. Atatürk’ün direktifleri ile kurulan bu kulüp Atatürk’ün ölümünden sonra dağıldı. İlk bayan okçumuz Betür Diker’ dir.

1953 yılında okçuluk sporu , Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü bünyesine alınarak Atıcılık Federasyonu’na bağlandı. 8 Mart 1961 tarihinde ise buradan ayrılarak bağımsız bir federasyon haline geldi.1982 yılında tekrar federasyona bağlanan okçuluk 1983 yılında tekrar Federasyona bağlanmıştır.

Oldukça basit ve açık kuralları olan okçuluk sporunun temel kuralı atış yapmak için okçunun ayakta olmasıdır. Bu sporda amaç, 1.22 metrelik çapındaki hedefi tam ortasından vurmak. Merkeze doğru giderek daralan 10 çember vardır. Merkezdeki çemberin değeri 10 puanken dışarıya doğru puanlar birer-birer küçülür. Eğer atılan ok iki puanı belirleyen çizgilere isabet etmişse daha yüksek olan puan atıcının hanesine yazılır. 1.22 m. çapındaki hedef ile atışı yapan sporcular arasındaki mesafe 70 metredir.

Erkeklerde yayın ağırlığı 22 kg civarında iken bayanlar kategorisinde 17 kg. dır. Oklar için ise 11 mm çapını geçmemesi zorunluluğu vardır. Okçular, kendilerini korumak için Parmaklık, gözlük, ve eldiven gibi özel korunma gereçleri takabilirler.
- Kaynak : Ansiklopediler …

25 Haziran 2007

44.Dünya Açıkhava Okçuluk Şampiyonası'na Katılacak Okçuluk Milli Takımı Kesin Kadrosu Belli Oldu


- Klasik Yay Okçuluk Milli Takımımız Almanya'da yapılacak Dünya Şampiyonası hazırlıkları için 25 Haziranda Ankara'da Kampa başlıyor.
Antalya'da yapılan Kampta titizlikle takım belirlendikten sonra çalıştırıcılarımız Cumhur Yavaş ve Vilademir Lekveisvili Dünya Şampiyonasında Sporcularımızdan umutlu olduklarını belirttiler. Natalia Nasaridze, Begül Löklüoğlu ve Selma Kaya'dan oluşan Bayan Klasik Yay Takımımızın yanı sıra Göktuğ Ergin, Vedat Erbay ve Tunç Küçükkayalar'dan oluşan Erkek Takımımız da Almanya'da 2008 Pekin Olimpiyatlarına katılma kotasını alacaklarını belirttiler. Tüm sporcularımız, çalıştırıcılarımız ve yöneticilerimize başarılar dileriz.
Orjinal Kaynak : http://www.turkisharchery.org/

- 84 ülkeden toplam 560 sporcunun yarışacağı Dünya Şampiyonası'nda kategorilerine göre sporcu ve takım sayıları :
Recurve Erkekler : 182 yarışmacı sporcu, 54 takım
Recurve Bayanlar : 152 yarışmacı sporcu , 41 takım
Compound Erkekler : 147 yarışmacı sporcu , 41 takım
Compound Bayanlar : 79 yarışmacı sporcu , 19 takım


- Okçuluk Milli Takımındaki arkadaşlarımıza başarılar diliyoruz . Bu arada, Antalya'da yapılan World Cup yarışmasında takımızda en iyi performansa sahip olan ve 1320 puan atan Zekiye Keskin Şatır'ın kadroya girememesine üzüldük.Arkadaşlarımıza güveniyor ve olimpiyat kotasını alacaklarına bizde inanıyoruz.

23 Haziran 2007

Ok

Ok

"Fırlatıp yay gibi dehr (zaman) atsa da yabana beni / Hedefimden şaşmam ok gibi dümdüz giderim" - La. ( İsimsiz )
-(Osmanlı'da okçuluk, savaştaki önemini yitirince sarayın da ilgilendiği sportif bir geleneğe dönüştü.)

Yıllar önce okuduğum bir hikâyeyi aramaktaydım. Bu aramayı bazen bir amaç bilmiştim, izi yönü olmayan dolambaçlarını da yolum. Yakın bir arkadaşımın verdiği kitabın içinde Japon Ortaçağ'ına dair hikâyeler vardı. Kitabı okuduktan sonra geri vermiştim. Ve aradığım hikâye hariç hepsini unutmuş, o bir tanesini de bölük pörçük, kendime göre hatırlar olmuştum. Hikâyeyi büsbütün unutmamak için, kendime ve başkalarına anlattım zaman zamanĞeğer biraz anımsayabilirsem size de anlatacağım. Arkadaşımdan kitabı tekrar istediğimde ya kitabı bulamıyordu ya da artık yollarımız çok ender kesiştiği için ben arkadaşımı bulamıyordum. Eski baskı kitabın kendisi kadar içindeki hikâyenin anlamının da peşindeydim ve geçmiş zaman okçuluğuna merak salmıştım. Çünkü kitap bir okçunun hikâyesini anlatıyordu. Geçtiğimiz aylarda bir eski kitap müzayedesine gittim. Türk Kemankeşleri adlı bir kitabın açık artırmasına katılmak için. Bu kitaba ulaşmak istiyordum. Pahalı bir eserdi, ama ne pahasına olursa olsun, diyordum. Kitap 1938 yılında basılmıştı ve Osmanlı okçuluğunu anlatıyordu. Aradığımı bu kitapta bulabilileceğimi düşünüyordum. Neyse ki Süleyman Kani İrtem'in yazdığı nadide esere benim kadar ihtiyaç duyan kimse çıkmadı ve fiyatı daha fazla yükselmeden alabildim. Kitabı bir kez okudum ve hemen ardından uzun bir yolculuğa çıktım. Döndüğümde birkaç defa daha okudum. Çünkü tatlı ama eski bir dille yazıldığı için anlamak kolay değildi; ayrıca tekrar tekrar okudukça aradığım şeye yaklaştığımı hissediyordum. Kemankeş, yay çeken kişi demekti ve kitap bir yay gibi beni içerimden geriyordu. Bir Japon ok ustasının talebesine söylediği cümleyi anımsıyordum:`Sonuna dek gerilmiş bir yay, tüm evreni içine alır, işte bunun için yayı doğru biçimde germeyi öğrenmek çok önemlidir.'Yayın doğru gerilebilmesi için vücudun gergin olmamasını öğütler Zen okçuları. Bir bebeğin parmağı tutması gibi kuvvetli ama yumuşak. Bir bebek gibi amaçsız. Böyle olduğunda okun bırakılışı da gerilimsiz ve titremesiz olacaktır. Hedefi düşünmeden yayı germek öğütlenir; yayı germeyi ok atmak için bir araç gibi görmemek öğütlenir. `Doğru yolda amaç güdülmez. Hedefi vuracağım diye ne kadar çabalarsanız o kadar başarısız olursunuz, amaçtan o kadar uzaklaşırsınız. Bir şeyi başarma tutkunuz yolunuza çıkmış bir engeldir.'Yayı bütün evreni içine alacak kadar gerebilmek, evrenle bütünleşmenin bir yolu olmalı. Oğuz destanında Ğki Oğuz sözcüğü ok'tan gelir, ok ve oğulun aynı anlama geldiğini söyler Macar bilim adamı Laszlo TordayĞ evren, ok ve yayla anlatılmaz mı? Uluğ Türk bir gece rüyasında altın bir yay ve üç gümüş ok görür. Yay, doğudan batıya doğru uzanıyordur. Oklar gece tarafından uçuyordur. Tüfek icat oldu, Osmanlı'da okçuluk savaştaki önemini kaybetti, ama içine sarayı, padişahları alan törensel bir spor haline geldi. Kendi ahlakı, adabı ve büyüsü oluştu. Sabır, liyakat, eşitlik ve erdem için bir yol haline geldi okçuluk. Padişah bile istese, oku eline alıp bir atış yapamazdı. Kabza almak, yani ok meydanlarında ok atabilme hakkına sahip olmak için, uzun süren bir eğitim ve terbiyeden geçmek gerekirdi. Kabzayı veren, okçuların piri, şeyhi ya da menzil sahibi bir kemankeş olmalıydı. Acemi okçunun, hakiki yayıyı eline alabilmek ve ok atabilmek için önce eline kepaze alması gerekirdi. Yeni başlayanlar kepade ya da kepaze denilen yumuşak bir yayı günde 50 kezden başlayıp 500'e kadar çekip bırakırdı. Bıkmadan, usanmadan ve sabırla. Sonraki aylarda, yine ucu lastik toplarla kapatılmış oklar kullanılarak talim atışları yapılırdı. Otuz gün boyunca, sabah 150 defa, akşam 150 defa. Vücut ve zihin yayı germeye ve oku sarsmadan atmaya iyice alışana değin. Çünkü okta, kuvvet kullanarak en ileri atmaktan çok hedefi vurmak önemlidir. Şahitler huzurunda diz çökerek şeyhin önüne gelen kemankeş, yayı ve şeyhin elini öper. Şeyh de kabzayı onun sol eline bırakır ve kulağına kemankeşlik sırrını fısıldardı. Sultanlar ve vezirlerin kabza törenleri biraz daha farklı olmakla birlikte, onlar da diğer acemiler gibi idmanlara devam etmek, meydanda 900 gez'den (1 gez: 80 santimetre) daha aşırı mesafeye oklarını fırlatmak zorundaydılar. Onlar da kabza almak için bir üstat seçerdi. Bir kemankeş için en büyük hedef, başka okçuların menzillerini geçip kendi adına bir menzil taşı diktirmekti. Tabii menzilden fazla sapmadan. Okun nişan taşından düşebileceği uzaklık 30 gezdi (17. yüzyıldan sonra 40 gez). Kemankeş her atışta `Ya Hak!' diye bağırırdı. Bu sesi duyan havacılar, yani oku havada izleyip konacağı yere koşanlar böylelikle atışın yapıldığını anlarlardı. Ok nişan taşına yakın düşmüşse, bu havacılar ucuna taş bağlı bir tülbenti havaya atıp tülbent ederlerdi. Menzil alınmışsa yani eski bir menzil geçilmiş ise kavuklarını havaya atarlar yani destar bozarlardı. Ve sonra çağrılan ayak şahitleri (atışın yapıldığı taşın başında bekleyenler), `Oku yolunca attı, sarık bozulduğunu gördük' der, hava şahitleri `Oku buraya düştü, konduğunu gördük' derlerdi. Kabul edilince de `Pehlivan, söz yok, atmışsın' denirdi.Doğu Batı ve OkAlman şair Schiller'in okçu Wilhelm Tell hikâyesiyle İranlı Feridüddin Attar'ın Mantıkü't-Tayr'ındaki ok hikâyesi arasında büyük bir benzerlik ve önemli bir fark vardır. Avrupa'daki öyküde, bir despotun zoruyla baba, oğlunun başına koyduğu elmayı okla vurmak zorundadır. Hem oku atan, hem de hedefteki, aynı korku ve endişeyi duymaktadır. Doğu hikâyesinde ise bir kölenin beyaz tenine gönül vermiş olan padişah yayı germektedir. Elma da sevdiği kölenin başındadır. Aynı korkuyu her ikisi de duymaktadır. Ama oku atma kararını padişahın kendisi vermiştir. Dışarıdan bir zorlama ve zorba yoktur. Padişah kendi kendisinin zorbası ve kölesidir. Kendi ölüm kalım mücadelesini verir, kendi sevdiğini kendi hedefine koyar. Avrupa versiyonunda ise bu öykü siyasi ve bireysel özgürlüğün başkaldırısı olarak yorumlanır. Her iki öyküde de ok elmaya saplanır. Bu yazıyı herkesten önce okuyan İbrahim Baştuğ, Sultan Mustafa'nın Osmanlıca bir şiirini günümüz Türkçesiyle izah etti bana. Gördüm ki, yay çekmenin evrenle ilişkisi yeniden kuruldu ve okçunun hedefi elma, avucumuzda dönen dünyaya oluverdi. İşte şiir ve açıklaması: `Pehlevan-ı âlem olmuş kalb-i istiğna ile/ Top-ı çarhı dehr elinde oynadur elma gibi' (Gönül tokluğu [erdem] ile âlemin pehlivanı [okçu] olmuş zaman, göğün topunu [dünya] bir elma gibi elinde oynatır).Okçuluğun yüce öğretisi, savaş alanı olarak insanın kendi iç coğrafyasını işaret eder. Okçu, ölüm kalım mücadelesini kendi içinde verir. Kendi iç savaşını kazanmak için kendi içindeki kendi hedefini/hedefin kendisini, yani kendi kendisini vurmayı başarmalıdır. Aradığım hikâyede, genç fakat maharetli bir okçu vardır. Bu okçu, yayını ve okunu alıp, Japonya'da diyar diyar dolaşmakta ve en büyük okçuyu aramaktadır. En sonunda karşılaştığı okçu, beli bükülmüş, gözleri kör denecek kadar görmeyen bir ihtiyardır. Genç okçu, herkesin en büyük usta diye anlattığı ihtiyar okçuyu karşısında bu halde görünce şaşırır. Ama onu da yenerek, kendisini rakipsiz ve en üstün ilan etmekten de vazgeçmez. Önce kendisi ok atar. Bir göçmen kuş sürüsünden, tek okla beş kuşu vurur. Sıra, yaşlı ok ustasındadır. Bir kolunu ileri uzatır, diğer kolunu da yavaşça geriye doğru çekerek yayını gerer gibi yapar. Görmeyen gözlerini uzaktaki bir hedefe diker. Ve gergin kolunu bırakarak oku fırlatır. Ok her iki okçunun zihninde vızıldayarak hedefine saplanır. Genç okçu, işte o zaman en büyük menzili ve ona nasıl ulaşılacağını öğrenir.Not: Yazı bittikten sonra, arkadaşım Ayhan Atakol hikâyeyi bulduğunu bildirdi. Merak edenler için internet sayfamızdaki Atlasname'ye koymaya karar verdim.NAKAŞİMA TON1942 de otuzüç yaşındayken ölen Nakaşima Ton (öbür adıyla: Atsuşi), Çinli bir bilgin ailesindendi. Çin klasik eserleri hakkında kendisinin de çok derin bir bilgisi vardı. Ayrıca Fransız, İngiliz ve Alman Edebiyatlarını iyice öğrenmişti. Gençliğine rağmen kendisini meşhur eden hikayelerinde derin bilgisinin, çok kişisel hayalinin izleri vardır. Fakat o asıl üslubu ile ün almıştır. Nakaşima'nın üslubundaki ağır başlı ve açık eda, yazarın klasik Çin üslubunun etkisi altında kaldığını göstermektedir."Büyük Usta" adlı hikayesi, "Taoist" felsefesinden ilham almaktadır. Hikayenin kahramanı olan Çi Ç'ang, dağlarda oturduğu sırada "Teh"e, yani aklın en yüksek derecesine veya kudrete erişir ki, Taoist mezhebi saliklerine göre böylece, yeri göğü oynatacak hale gelir. Ermişlik ve cezbe sayesinde, eşya üzerinde uzaktan bile etki yapacak büyülü bir kudret elde eder.Taoist'lere göre sanat, bütün şekilleriyle, bu felsefede büyük bir rol oynar. Çünkü bunların fikrince, sanatçılar ve zanaatkarlar yaratıcı kudretlerini Tao'nun evrensel ülkesinden almaktadırlar.Bu hikayede, bir uçurumun kenarında cereyan eden sahnede olduğu gibi, "Teh"e erişen bir kimse artık, ne şekilde olursa olsun, tehlikeden yılmaz.Buna göre: "Hareketin en yüksek kertesi, hareketsizliktir." Kudretin zirvesine erişen adam, başkalarının karşısına kudret sahibiymiş gibi çıkmaz. Bunun için de kudreti muhafaza eder.Ancak sınırlı bir kudrete sahip olan kimsedir ki, bu kudretini göstermekten kendini alamaz. Onun için de aslında o hiçbir kudrete sahip değil demektir. Şu halde:Kudretin zirvesine erişen adam harekete geçmez...Ancak sınırlı bir kudrete sahip olan adam harekete geçer... BÜYÜK USTAYazan:Nakaşima TONEvvel zaman içinde, Çin'in eski Çao devletinin başkenti olan Hantan şehrinde Çi Ç'ang adlı bir adam vardı. Bu adam, yeryüzündeki okçuların en ustası olmayı amaç edinmişti.Uzun araştırma, soruşturmalardan sonra, bu zanaatta en çok ün salmış ustanın Vei Fei adında bir kimse olduğu öğrenildi. Söylendiğine göre, bu adam öylesine ustaymış ki, sadağındaki bütün okları yüz adım ileriden, karşısına hedef olarak diktiği tek bir söğüt yaprağına atabilirmiş.Bunun üzerine Çi Ç'ang az gitti, uz gitti; Vei Fei'nin öğrencisi olmak için, onun oturmakta olduğu uzak diyara ulaştı.Vei Fei ilkin ona, hiç göz kırpmadan uzun zaman durmayı öğrenmek gerektiğini öğütledi. Çi Ç'ang memleketine döndü. Eve varınca karısının dokuma tezgahının altına girdi, altında upuzun yattı. Böylece, yüzünden birkaç milimetre yukarıda hareket etmekte olan ayaklığın gidip gelişine hiç göz kırpmadan bakmayı öğrenmek istiyordu.Karısı onu bu halde görünce pek şaştı: "Böyle bir yere yerleşmiş bir erkeğin karşısında, bu erkek kocamda olsa çalışamam ben." Dedi. Fakat sonunda razı oldu, başladı ayaklığa basıp tezgahı işletmeye.Çi Ç'ang her gün dokuma tezgahının altına girdi, hiç göz kırpmadan bakmak için idman yapmaya koyuldu. İki yıl sonra, ayaklık kirpiklerinden birine değse bile, göz kapağını hiç kımıldatmamak işini başarmıştı.Tezgahın altından son defa çıktığında, Çi Ç'ang kendini soktuğu bu sıkı disiplinin meyve vermeye başladığını gördü. Ne göz kapağınıa birinin vurması, ne korlardan bir kıvılcımın sıçraması, ne de birdenbire önünde dönmeye başlayan toz bulutları... hiç, ama hiçbir şey göz kırptırmıyordu ona. Göz kaslarını (adale) hiç hareketsiz tutmayı öylesine başarıyordu ki, uyurken bile gözleri açık kalıyordu. Bir seferinde oturmuş, boşluğa bakarken, küçük bir örümcek geldi, ağını onun kirpikleri arasına kurdu. Bunun üzerine Çi Ç'ang da artık ustasının karşısına çıkmak zamanının geldiğine hükmetti.Çi Ç'ang yaptığı işi anlattığı zaman Vei Fei : "Göz kırpmamasını bilmek, bu işin başlangıcıdır," dedi. Şimdi de eşyaya bakmasını öğren; çok küçük olan bir şey sana küçük, küçük olan bir şey de büyük görünmeye başladığı zaman yine gel, beni gör." Bunun üzerine Çi Ç'ang yine memleketine döndü. Bu sefer bahçeye gidip minicik bir böcek araştırdı. İnsanın çıplak gözle zor görebileceği kadar küçük bir böcek bulunca, bunu ufacık bir ot parçasının üstüne yerleştirdi, Ot parçasını da odasının penceresinde bir yere tutturdu. Gidip odanın ta öbür ucunda durdu ve günler, günler boyunca böceğe baktı. Önceleri güçlükle seçebildi onu; ama bir hafta sonra, böcek azıcık daha büyümüş gibi geldi ona. Üçüncü ayın sonunda böcek, bir ipekböceğinin boyuna erişmiş gibiydi, Çi Ç'ang da onun vücudundaki ayrıntıları açıkça seçebiliyordu.Bütün bunlar olup biterken, Çi Ç'ang mevsimlerin değiştiğini ancak farkedebilmişti: İlkbaharın parlak güneşi gitmiş, onun yerini yaz ortasının fırın gibi sıcağı almıştı; derken az sonra, güz mevsiminin berrak gökünde yabanördeği sürüleri uçuşmaya başladılar. Güz de geldi geçti; peşinden sisi pusu , yağmuru, karı ile kış geldi. Amma Çi Ç'ang'ın gözü artık, minicik ot parçasının üstündeki hayvancıktan başka şey görmez olmuştu. Deneyleri için kullandığı bu böceklerden biri öldükçe ya da kayboldukça, Çi Ç'ang'ın uşağı ona yine böyle ufacık başka bir böcek buluyordu. Fakat her seferinde böcek daha büyük görünmekteydi.Çi Ç'ang tam üç yıl, odasından hemen hemen hiçbiryere kımıldamadı. Derken günün birinde, pencerenin önüne yerleştirilmiş olan böcek bir at boyundaymış gibi geldi ona. Dizine bir tokat yapıştırarak: "Hah! Tamam!" diye bağırdı ve dışarıya fırladı.Gözlerine inanamıyordu: Atlar dağ, domuzlar tepe, piliçler kule büyüklüğünde görünüyordugözüne!Sevinçten zıplayarak evine koştu, yayına bir ok taktı, nişan aldı ve destek ödevi gören ot parçasına hiç değmeksizin, böceği tam yüreğinden vurdu.Hemencecik de Vei Fei'yi görmeye gitti. Usta bu sefer biraz şaşmış olmalı ki: "Aferin!" dedi. Çi Ç'ang beş yıldan beri okla nişan atma işini inceden inceye öğrenmeye koyulmuştu; şimdide yaptığı sıkı talimlerin faydasız değil; tersine, çok faydalı olduğunu anlıyordu. Nişan atma babında her marifeti yapacak halde sanıyordu kendini. Bundan emin olmak için memleketine dönmeden önce, çok çetin birtakım sınavlar yapmayı tasarladı. Herşeyden önce, Vei Fei'nin büyük marifetini oda göstermeyi düşündü ve yüz adım uzaktan, sadağında ne kadar ok varsa, hepsini bir söğüt yaprağının içinden geçirme işini başardı. Birkaç gün sonra bu deneyi yeniledi ama, bu sefer daha büyük okunu kullandı; ayrıca sağ koluna, dirseğinin hizasınada ağzına kadar dolu bir bardak su yerleştirerek bunu dökmemeye çalıştı. Bardaktan tek bir damla bile dökülmedi, okların hepsi de hedefe isabet etti.Ertesi hafta yüz tane hafif ok aldı, bunları epey uzak bir hedefe attı. Birinci ok hedefe vurdu, ikincisi birincinin kertiğinin tam ortasına; üçüncüsü ikinci okun kertiğinin tam ortasına girdi ve bu, göz açıp kapayacak kadar kısa bir zamanda, böylece sürüp gitti. Öyleki yüz ok şimdi yayla hedefin ortası arasında dümdüz bir çizgi haline gelmişti. Çi Ç'ang öylesine ustalıkla nişan almıştı ki, sonuncu oku da attığı zaman, oklardan meydana gelen uzun sıra havada titredi ama, düşmedi. Vei Fei de bu sınavda hazır bulunmuştu. Bu hali görünce: "Aferin!" diyerek takdirlerini belirtmekten kendini alamadı.Aradan iki ay geçip Çi Ç'ang nihayet evine döndüğünde karısı, bu kadar uzun zaman yüzüstü bırakılmış olmaktan ötürü kızarak, kocasına öfkeyle çıkıştı. Karısında kavga için uyanan arzuları yatıştırmak için, Çi Ç'ang hemen yayına bir ok yerleştirdi, yayın birisini var gücüyle çekerek oku, karısının gözünün tam üstüne attı. Ok, kadının üç kirpiğini kopardı; fakat Çi Ç'ang oku öylesine iyi nişan alarak atmıştı ki, karısı bu halin farkına bile varmadı; gözünü bile kırpmadan söylenmeye, bağırıp çağırmaya devam etti.Çi Ç'ang'ın artık ustası Vei Fei'den öğrenecek birşeyi kalmamıştı. Amacına erişmişti nihayet. Erişmiş sayılırdı yahut: Birdenbire nahoş bir tarzda irkilerek farketti ki, bu amaçla kendisi arasında bir engel vardır, ve bu engel de Vei Fei'nin ta kendisidir.Evet, Usta hayatta oldukça, Çi Ç'ang hiçbir zaman, dünyanın birinci okçusu benim, diyemeyecekti. Ustalıktan yana, Vei Fei'ye eşit olsa bile, onu hiçbir zaman geçemeyecekti, biliyordu bunu. Bu adam yaşadıkça, Çi Ç'ang'ın kırlarda dolaşırken ta uzaklarda Vei Fei'yi gördü. Bir saniye bile çekinmeden, yayını kaldırdı, buna bir ok yerleştirdi, nişan aldı. Beri yandan, ihtiyar usta da olup bitecekleri içgüdüsüyle seziverdi; şimşek hızıyla o da yayını gerdi. İkisi de oklarını aynı anda attılar. Yarı yolda oklar birbirine çarptı, yere düştü. Çi Ç'ang hemen ikinci bir ok attı ama, bu da Vei Fei'nin hiç şaşmayan yayından çıkan başka bir okla çarpışıp yarı yolda kırıldı.Bu acaip düello, ustanın sadağında tek bir ok kalmayıncaya kadar devam etti ama, öğrencinin sadağında bir ok daha vardı. Çi Ç'ang bu oku atarken: "Talihim varmış doğrusu," diye mırıldandı.Vei Fei yanıbaşında bulunan bir akdiken kümesinden bir dal kopardı. Ok ıslıklar çala çala kalbine doğru uçarken gelip dikenli dalın tam ortasına çarparak yere düştü.Korkunç düşüncesinin böylece gerçekleşmediğini gören Çi Ç'ang, içini büyük bir pişmanlık duygusunun kapladığını hissetti. Ama ne var ki, oklarının birisi gidip de hedefe vursaydı, bu pişmanlık duygusu onu hiç de rahatsız etmeyecekti muhakkak.Beri yandan Vei Fei de böyle bir tehlikeyi savuşturduğu için öyle ferahlık; kendi ustalığının bu yeni ispatı karşısında da öyle memnunluk duydu ki kendisini öldürmeye kalkışan adama karşı en ufak bir öfke bile beslemedi. İki adam birbirlerinin kollarına atılarak, gözleri yaşarmış olduğu halde, canı gönülden kucaklaştılar. (Gerçekten de, eski çağların kuralları pek acaipmiş! Nitekim insan, çağımızda böyle bir şeyin mümkün olabileceğine inanamaz! Yüzyıllar boyunca insan yüreği pek değişmiş olmalı. Yoksa, örneğin, şu iki kişinin davranışlarını nasıl izah etmeli? Vaktiyle imparatorun İ Ya adında bir aşçıbaşısı varmış. Huan adında bir prens de günün birinde bu aşçıdan akşam yemeği için hiç görülmemiş, lezzetli bir yemek istemiş. İ Ya kendi oğlunu pişirmiş, gelip yerlere kadar eğilerek prensten, bu yemeği bir tatmasını dilemiş. Sonra bir de şu on beş yaşındaki delikanlının hikayesi vardır: bu delikanlı, Çin hanedanının ilk imparatoru olacaktır sonradan. Fakat babasının öldüğünün ertesi gece, ihtiyarın en gözde cariyesiyle üç defa sevişmiş, bu yüzden kılı bile kıpırdamamıştır.) Vei Fei korkunç öğrencisini kucaklayarak böylece bağışlarken, bundan sonra hayatının tehlikede olduğunu gözden uzak tutmadı. Bu devamlı tehdidi kendisinden uzaklaştırmak için tek bir çare vardı: Çi Ç'ang'ın zihnini başka bir amaca doğru çelmek.Öğrencisinin kollarından ayrılırken: "Dostum, dedi gördün ya, ok atışında ne kadar bilgim varsa öğrettim sana. Amma, bu zanatı daha iyi öğrenmek istersen Ba bölgesindeki Ta Hsing geçidini aş, Ho dağının doruğuna tırman. Orada çok saygı değer usta Kan Ying'i bulacaksın. Okçulukta kimse onunla boy ölçüşememiştir,bundan sonra da ölçüşemeyecektir. Onunkine kıyaslarsak okçulukta bizim ustalığımız çocuk oyuncağı gibi kalır. Kan Ying usta şimdi, yeryüzünde sana yeni bir şey öğretebilecek tek insandır. Git oraya, hala hayattaysa öğrencisi ol onun."Çi Ç'ang hemen batıya doğru yola çıktı. Marifetlerinden çocuk oyuncağı diye sözedilmesi onuruna dokunmuştu;erişmeyi o kadar istediği ustalıktan henüz uzak olduğunu keşfetmekten de ayrıca çekiniyordu. Kendi hünerini bu yaşlı ustanınkiyle kıyaslayabilmek için, mümkün olduğu kadar çabuk Ho dağına tırmanmak amacındaydı.Ta Hsing geçidini aştı, sarp yamaçlara tırmandı. Çok geçmeden ayakkabıları eskiyip parçalandı; yaralarla dolu ayaklarından, bacaklarından kanlar akıyordu. Ama o yine yılmadı, usanmadı; düzduvar gibi kayalar tırmandı, korkunç uçurumlar üstüne yerleştirilmiş dar tahtaların üstünden aştı. Bir ayda Ho dağının doruğuna tırmandı, hemencecik de Kan Ying'in oturmakta olduğu mağaraya doğru yol almaya başladı. Karşısında kuzu gibi tatlı bakışlı bir ihtiyar buldu: Pek yaşlıydı bu adam. Çi Ç'ang onun kadar yaşlı bir insana hiç rastlamamıştı doğrusu. Adamın kamburu çıkmıştı, yürüdüğü zaman ak saçları yerlerde sürünüyordu.Çi Ç'ang: "Bu kadar yaşlı bir adamın kulaklarıda sağır olmalı herhalde," diye düşünerek yüksek sesle:"Okçulukta sandığım kadar usta olup olmadığımı anlamak için geldim buraya." dedi. Kan Ying'in karşılık vermesini beklemeden, omuzundan asılı büyük yayı yakaladı, buna bir ok yerleştirdi. Sonra başlarının üstünde, mavi göğün çok yükseklerinden geçmekte olan bir göçmen kuşlar sürüsüne nişan aldı. Hemencecik de beş tane kuş vurulup düştü. İhtiyar adam hoşgörür bir eda ile gülümseyerek:"Sadece ok ve yayla nişan atmak derler buna canım, diye bağırdı, hedefe oksuz, yaysız isabet ettirmesini öğrenmedin demek. Gel bakayım." Dünyadan elini eteğini çekmiş bu adamın karşısında başarısızlığa uğradığı için pek alınan Çi Ç'ang onun peşine düştü. İkisi birden, hiç söz söylemeksizin, mağaradan iki yüz adım kadar uzakta olan bir uçurumun kenarına kadar gittiler. Çi Ç'ang uçuruma şöyle bir bakınca kendi kendine:"Çang Tsai'nin eski çağlardaki hikayelerinde sözü geçen üç bin endaze derinliğindeki uçurumun kenarındayım galiba ," diye düşündü. Ta dipte, çok uzakta, sellerin meydana getirdiği bir derenin kayalar arasından yılan gibi kıvrıla kıvrıla, bir şerit gibi aktığını gördü. Gözleri karardı, başı dönmeye başladı.Beri yandan Kan Ying usta çevik adımlarla, uçurumun üstüne uzanan dar bir çıkıntıya doğru seğirtmişti;Çi Ç'ang'a dönerek onu çağırdı:"Göster bakalım marifetini şimdi, dedi, bulunduğum yere gel ve elinden ne geliyorsa yap hadi."Çi Ç'ang çok onurlu olduğundan bu meydan okuyuşu kabul etti ve hiç çekinmeden ihtiyarla yer değiştirdi. Fakat çıkıntıya ayak basar basmaz burası hafif hafif sallanmaya başladı. Çi Ç'ang korkuyordu ama belli etmedi, yayını aldı, parmakları titreyerek buna bir ok geçirmeye çalıştı. O sırada bir taş parçası yuvarlandı ve boşlukta birkaç yüz metre bir derinliğe doğru düşmeye başladı. Taşın düşüşünü gözleriyle takip eden Çi Ç'ang, dengesini yitireceğini anladı. Çıkıntının üzerine uzandı ve kayanın kenarını sımsıkı yakaladı. Dizlerinin bağı kesilmiş, her yanını ter kaplamıştı.O zaman ihtiyar bir kahkaha kopardı, sağlam toprağa dönmesine yardım etmek için elini uzattı ona. Sonra bir sıçrayışta çıkıntının üstüne atlayarak: "Dur da okla nişan almak nedir gerçekten, göstereyim sana." Dedi. Çi Ç'ang yüreği küt küt attığı ve rengi uçmuş olduğu halde yine de, ustanın ellerinde hiçbir şey bulunmadığını farketti.Boğuk bir sesle: "Peki, yayın nerde?" diye sordu.İhtiyar gülerek: "yayım mı?" dedi, "bir okçu yayla oka muhtaç olduğu müddetçe zanaatının henüz başında demektir. Usta bir okçunun bu gibi şeylere hiç ihtiyacı yoktur."Tam başlarının üstünde bir akbaba dolaşıp duruyordu. İhtiyar, kuşa baktı, Çi Ç'ang da onun bakışını takip etti. Yırtıcı kuş öylesine yüksekteydi ki, Çi Ç'ang'ın alışkın gözlerine bile bir susam tanesinden daha büyük görünmüyordu.Kan Ying, görünmeyen bir yayın üzerine görünmeyen bir ok yerleştirdi, kirişi iyice gerdikten sonra oku attı. Çi Ç'ang havada bir ıslık sesi duyar gibi oldu. O saniyede de akbaba kanat çırpmaz oldu.Tam dokuz yıl o dağda ihtiyar keşişle beraber yaşadı. Bu süre içinde ne türlü idmanlar yaptığını hiç kimse hiçbir zaman bilemedi. Onuncu yıl dağın doruğundan inince, herkes ondaki değişikliği görerek şaşırdı. O küstah, kararlı edasından eser kalmamıştı; şimdi bir meczup gibi manasız, aptallaşmış bir hali vardı. Kendisini ziyarete gelen eski hocası Vei Fei onu görür görmez:"Hah, dedi görüyorum ki , okçulukta usta olmuşsun artık. Senin ayağına su bile dökemem ben."Hantan halkı Çi Ç'ang'ı alkışladı ve imparatorluğun en iyi okçusu diye göklere çıkardığı bu adamın, marifetlerini göstermesini bekledi. Fakat Çi Ç'ang onların bu bekleyişini boşa çıkardı. Bir kerecik bile bir yaya, bir oka el sürmedi. Dağlara giderken yanında götürdüğü büyük yayı geri getirmemişti. Niçin böyle yaptığını kendisine sorduklarında, ağır bir sesle karşılık verdi:"Hareketin en yüksek kertesi, hareketsizliktir. Belgatin en yüksek kertesi, hiç konuşmamaktır. Ok atmadaki en yüksek ustalık derecesi ise hiç ok atmamaktır."Hantan'lıların en akıllıları onun ne demek istediğini hemen anladılar ve bir yaya el sürmek istemeyen bu usta okçuya karşı derin saygı duydular. Onun verdiği bu red cevabı yüzündendir ki, ünü gittikçe büyüdü.Çi Ç'ang hakkında ortalıkta türlü söylentiler dolaştı. Anlatıldığına göre gece yarısından sonra evinin damı üzerinde, görünmez bir yayın kirişinin gerilişini duymak mümkündü. Bazılarının söylediklerine göre ise, okçuların tanrısı gündüzleri ustanın ruhunda yaşamakta, akşam olunca da onu kötü ruhlardan korumak için dışarıya çıkmaktaydı. O dolaylarda oturmakta olan bir tacir, şöyle bir şey anlattı ve bu söylenti , ağızdan ağıza dolaştı:Bu tacir bir akşam Çi Ç'ang'ı bir bulutun üstüne ata biner gibi binmiş olduğu halde görmüştü. Fakat bu sefer yayını da yanına almıştı ve adları efsanelerde geçen Hu İ ve Yang Yu-Çi adındaki ünlü okçularla ustalık yarışı yapmaktaydı. Tacire bakılırsa, bu üç usta tarafından atılan oklar, karanlık gökte, Orion ve Sirius yıldız kümeleri, arasında kaybolmuş, peşleri sıra da tıpkı bir şimşek gibi, mavi bir iz bırakmışlardı. Sonra bir hırsız da şuhikayeyi anlattı:Bu hırsız tam Çi Ç'ang'ın evine girmeye hazırlandığı sırada pencereden fışkıran kuvvetli bir havasoluğu alnının tam ortasına çarpmıştı. Bu soluk o kadar kuvvetliydi ki, hırsıza inanmak gerekirse, adam yere yuvarlanmıştı bu yüzden.O gün bu gün de yüreğinde kötü niyetler besleyen kimseler, Çi Ç'ang'ın evinin dolaylarına gitmediler. Hatta göçmen kuşların bile, onun evinin damı üzerinden uçmaktan kaçındıkları söyleyenler oldu.Ünü imparatorluğun her yanına yayılır, hatta göklere kadar çıkarken, Çi Ç'ang ihtiyarladı. Gitgide bedenle, ruhun artık dış alemle meşgul olmadıkları; hem dinlendirici, hem vekarlı bir sadelik içinde, sırf kendi içlerine kapanarak yaşadıkları mertebeye erişti. Çehresinde hiçbir ifade izi kalmadı; aldırmaz tavrını hiçbir dış kuvvet bozamadı. Şimdi artık onun pek seyrek konuştuğu işitiliyordu:herkes onun soluk alıp almadığını dahi bilemeyecek hale geldi hatta. Örgenleri (uzuvları) çoğu zaman bir ağacın kuru cansız görünüşünü hatırlatıyordu. Kainatın ana organik kanunlarının gidişine bu kadar iyi ayak uydurmuş; eşyanın dış görünüşlerinden ileri gelen tesadüflerden, tezadlardan kendisini öylesine kurtarmıştı ki, ömrünün sonlarına doğru "ben" ve "o", "şu" ve "bu" arasında hiçbir fark gözetmiyordu. Duyu yoluyla edinilen izlenimlerin (intiba) sonuçları onu ilgilendirmiyordu artık. Ona sorarsanız, gözü bir kulak, kulağı bir burun, burnu da bir ağız olabilirdi pekala.Dağlardan dönüşünden kırk yıl sonra Çi Ç'ang, tıpkı havada yayılan bir duman gibi, sessiz sedasız, bu dünyadan göçüp gitti. Bu kırk yıl içinde ne ok atmaktan sözetti, ne de bir yayla oklara el sürdü.Rivayet ederler ki, öldüğü yıl, bir gün dostlarından birini ziyarete gittiğinde, bir masanın üstünde bir şey görmüş. Bu şeyi tanır gibiymiş ama ne adını, ne de neye yaradığını hatırlayamamış. Boş yere zihnini yorduktan sonra dostuna dönerek:"Şu masanın üstünde duran şey nedir Allahaşkına söylesene bana, demişti. Adı ne bunun ve ne işe yarar?"Ev sahibi sanki Çi Ç'ang şaka ediyormuş gibi, bir kahkaha koparmış. İhtiyar sorusunu tekrarlamış, ama, dostu yine gülmüş, fakat eskisi kadar candan yapmamış bunu. Çi Ç'ang pür ciddiyet üçüncü defa aynı şeyi sorunca, arkadaşının beti benzi uçmuş. Dikkatle Çi Ç'ang'ın yüzüne bakmış. Sözlerini iyice işittiğini, beri yandan ihtiyar adamın hiç aklından zoru olmadığını ya da kendisine şaka etmediğini anlayınca, boğuk bir sesle şöyle kekelemiş: "Ah usta! Gerçekten de bütün çağların en büyüğüsün sen muhakkak; bir yayın ne olduğunu ne işe yaradığini unutmuşsun çünkü!"Yine rivayet ederler ki, bu olaydan sonra,ressamlar fırçalarını kaldırdıkları gibi, çöplüğe atmışlar, çalgıcılar çalgılarının tellerini koparmışlar, dülgerler de ellerindeki ölçü aletlerini kullandıkları görülmesin diye, bucak bucak saklamışlar. Ve bu yıllar yılı, Hantan şehrinde böylece sürüp gider.

16 Haziran 2007

OKÇULUK MİLLİ TAKIMI AÇIKLANDI


Okçuluk Milli Takımı açıklandı
Dünya Açık Hava Okçuluk Şampiyonasına katılacak Okçuluk Milli Takımı aday kadrosu açıklandı.

02 Haziran 2007 20:33

Dünya Açık Hava Şampiyonasına katılacak Okçuluk Milli Takım aday kadrosu açıklandı.Türkiye, Temmuz ayı başında Almanya'nın Leipzig kentinde yapılacak Dünya Açık Hava Okçuluk Şampiyonasına klasik yay kategorisinde katılacak. Şampiyonaya Türk Milli Takımı adına bayanlarda Natalia Nasaridze, Zekiye Keskin Şatır, Begül Löklüoğlu ve Selma Kaya, erkeklerde ise Tunç Küçükkayalar, Vedat Erbay, Göktuğ Ergin ve Serdar Şatır katılacak.Milli takım aday kadrosu, 11-18 Haziran tarihleri arasında Antalya'da, 25 Haziran-6 Temmuz tarihleri arasında Ankara'da kamp çalışmaları yapacak. Dünya şampiyonasında yarışacak 3 erkek, 3 bayan okçu, bu iki kamp sonrasında belirlenecek.Leipzig'de yapılacak Dünya Açık Hava Şampiyonası, 2008 Olimpiyat Oyunlarına katılacak ülkelerin sporcu sayılarının belirlenmesi açısından büyük önem taşıyor.

11 Haziran 2007

Tek Atış

Compound yayla 18 m.'den minik bir hapa tek ok atışı :

“Archery is a good mental sport. It teaches you a lot discipline”

Okçuluk faydalı bir zihinsel spordur. Bize bir çok displin kazandırır.